Siyaset felsefesi, devlet, hükûmet, siyaset, özgürlük, mülkiyet, meşruiyet, haklar, hukuk gibi konular hakkındaki, bu kavramlar nedir, neden ihtiyaç vardır, bir hükûmeti ne meşru kılar, devlet hangi özgürlükleri ve hakları neden korumalıdır, hangi biçimde kurumsallaşmalıdır, kanun nedir, vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri nelerdir, bir hükûmet yasal olarak neden ve nasıl görevden çekilmelidir gibi temel sorulara cevap arayan ve bu konuları felsefeden faydalanarak inceleyen sosyal bilim dalıdır.
Antik Yunan çağı, modern çağdan farklı olarak şehir kenti olan bir yapıya sahiptir. O çağda yaşayan insanlar şehir kentinin çevresindeki alanlarda tarım gibi işlerle uğraşır akşam saatlerinde ise güvenceleri için kente geri dönerlerdi. İnsanların rollerini yaptıkları bu çalışmalar ve işler değil bulundukları siyasal açıdan , yargısal açıdan, dini açıdan konumları belirlerdi. Antik çağı siyasal yapısı olarak iki farklı kategoride değerlendirebiliriz. Sert hiyerarşi yani bir kısım savaşçı kimliğiyle ortaya çıkarken bir kısım da eşitçilik ve özgürlükçülük adalet gibi kavramlarla ortaya çıkmaktadır.
Antik çağ önemli filozofların bulunduğu bir dönemdir. Platon, Aristoteles, Sokrates gibi düşünürler bu dönemde devlet yapısı, oluşumu, sosyolojisi, örgütlenmesi gibi birçok alanda ele alıp birçok devlet yapısı fikri için ön ayak olmuşlardır. Platonun Devlet kitabı onun devletin nasıl iyi olabileceğini, nasıl yükselişe geçilebileceğini. devletin varlığının olmasının gerekli olup olmadığı hepsini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. İdeal devlet anlayışından bahsetmektedir. Aristoteles, ideal devleti ise orta sınıf yaşam biçimine sahip herkesin aynı haklara ve eşitlikle yaşadıkları bir devletten söz etmektedir. Sokrates' e göre ise sadece ideal devlette eşit kazanç, güvenlik, aynı hakların bulunması yeterli değildir devlet vatandaşının mutluluğundan da sorumludur.
Eflatun'a göre iyi ve kötü yönetim biçimleri yönetimin kendi kurduğu kurallara uyup uymamasına bağlıdır. Aristoteles’e göre iyi yönetimler; monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet’tir. Ancak bu iyi yönetim biçimleri mutlak değildir. Bunlar zamanla yozlaşarak her birinin bozulmuş bir hali olan kötü yönetimlere yani; tİranlık, oligarşi ve demokrasi’ye dönüşürler. Tİranlık monarşideki yasalara saygıdan yoksun olan ve ortak yarar yerine tiranın kişisel çıkarlarını merkez alan en kötü yönetim biçimidir. Oligarşi de bir devleti bilgelik ve erdemden yoksun olarak kendi şahsi çıkarları çerçevesinde yönetenlerdir. Demokrasi ise cumhuriyetin bozulmuş şeklidir. Bunlar Aristo'ya göre iyinin kötüye dönme halidir. Aristoteles'in bu iyi ve kötü ayrımından sonra diğer bazı düşünürler de iyi ve kötü yönetim biçimleri tanımlamışlardır.
Aristo'ya göre yöneten tek kişi olursa monarşi bu durum bozukluk gösterdiği takdirde de tİranlık (zorbalık) rejimi halini alır ve monarşi aristokrasi ve anayasal yönetim toplumun ortak iyiliğine olan yönetim biçimidir ama bunlar arasından da bir seçim yapmak gerekirse kesinlikle anayasal yönetim biçimi seçilmelidir. Yöneten birkaç kişi olursa, yönetim biçimi aristokrasi, bozulursa alacağı hal oligarşi olur. Yöneten birçok kişi olursa, yönetim biçimi devlet, bozulursa alacağı hal demokrasi olur. Aristo yönetim bilimlerini sınıflandırmaya anayasayı tanımlayarak başlar. Anayasa ise bir devletteki egemenliğin düzenlemesidir. Aristo doğru ve bozuk yönetim biçimlerinden de söz eder. Doğru yönetim ise yalnızca toplumun ortak çıkarları doğrultusunda ilerlemeye bağlıdır. Bozuk yönetim biçimleri ise doğru yönetim biçimlerinin bozulmasıyla ortaya çıkar. Herkesin egemen olduğu yönetim biçiminde ise anayasal düzen ya da yasalı yönetim doğru, demokrasi yanlış yönetim biçimidir. Devletin ve görevlerinin dağılımı egemenliğin ve her topluluğun gerçekleştirmeyi amaçladığı hedefin belirlenmesi için benimsenen düzenleniş biçimidir. Anayasaları sınıflandırken kullandığı kavram ortak yarar kavramıdır. Aristo'ya göre yurttaş - devlet ilişkisini, efendi - köle ilişkisinden ayıran efendi - köle ilişkisinde bulunmayan ortak yarar kavramıdır. Aristoteles'e göre yönetimin doğru olmasını oluşturan bunlardan da anlaşılacağı üzere anayasal yönetimdir. Devletin görevi insanın doğal yatkınlığını eğitimle geliştirmektir. Gençlerin eğitimini düzenlemek hiç kimsenin karşı çıkamayacağı en önemli görevdir. Eğer erdem tek insan için önemliyse tek tek insanların bir araya gelmesinden oluşmuş olan devlet için de önemlidir. Bireyler toplumu oluşturan toplumsa devleti oluşturan yapıtaşlarıdır. Aristo aynı zamanda Eflatun'un öğrencisidir. Eflatun'un hayalini kurduğu devlette yasalara yer kalmayacaktır çünkü eğitim ile toplumsal düzen sağlanabilecektir. Eflatun sofistlerin şüpheci yaklaşımına karşı çıkar. Devleti büyük ölçekli bir insan olarak görür. Yani insan küçük ölçütlü bir devlettir. Eflatun'un siyaset felsefesindeki temelini oluşturan şeylerden biri de Site’nin bireye önceliği fikridir. Eflatun'a göre Site'nin yöneticileri ve askerleri zihnen ruhen ve bedenen çok iyi eğitilmelidir ve aile ile özel mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır. Eflatun'un önerisi hiyerarşik bir toplum düzeniydi. En üsttekiler kapsamlı eğitim görmüş filozof-krallar olmalıdır. Bundan sonra muhafızlar, sonrasında ise çiftçiler, zanaatkarlar ve tüccarlar olmalıdır. Sonuncular aile ve mülk edinme hakkına sahip olmalıdır. Eflatun'a göre demokrasi anarşiye dönüşür. Eflatun'a göre de öğrencisi Aristo'nun dönüşümleri aynıdır. Çıkardığı son kitap olan Yasalar kitabı ise eğitimin yasalardan üstün olmasının tersine yasaların gerekliliği ve erdeminden bahseder. Bu kitapla düşüncelerinin değiştiğinden bahsedilebilir ve aile ile özel mülkiyet hakkındaki fikirlerinde de yumuşamalar görülmüştür. Karma yönetimi önermiştir.
Özellikle Polibios'un iyi yönetim biçimleri olarak monarşi-aristokrasi-demokrasi olarak tanımlamış, bunların yozlaşmış versiyonlarının ise tirani-oligarşi-demagoji şeklinde sınıflandırmıştır. Polibios'a göre iyiyi kötüye çeviren yönetim yozlaşmayla bağlantılıdır. Aristo'nun bu tanımlaması sonucu Roma'da ve Ortaçağ'da pek çok ünlü düşünür farklı farklı iyi ve kötü yönetim biçimleri kategorize etmişlerdir. Hepsinin ilham kaynağı Aristoteles'tir. Aristo ise hocası Eflatun'dan etkilenip böyle bir sınıflandırmaya gitmiştir. Ancak bu yönetim biçimleri mutlak değildir. Saygıdan yoksunlukta kötüye dönüşmenin etkilerindendir. Aristo'nun ölçütleri iki temel ölçüte dayalıdır. Bunların soruları ise kim yönetir? ve kaç kişi yönetir? sorularıdır. İkinci ölçütü belirleyen soru ise yönetimden kim çıkar sağlar? sorusudur. Yönetim faydası yani yöneticilerin faydası Aristo'nun ölçeğinden kastıdır. Bu yönetim faaliyetleri kamu yararı, çoğunluk yararı veya bir kişinin yararına olabilir. Ayrıca yönetim gücü bir kişinin elinde olabilir, bir seçkin zümrenin elinde olabilir veya çoğunluğun elinde olabilir.
Platon idealar dünyasında var olan, sadece zihinde oluşturulmuş bir devletten bahseder. Yazmış olduğu “Devlet, Devlet Adamı, Yasalar” adlı kitaplarıyla bir devletin nasıl oluşacağını ve korunacağını anlatmaktadır. Platon’a göre iki dünya bulunmaktadır, biri “idealar dünyası” diğeri ise “nesneler Dünyası” dır. Gerçek dünyanın zihnimizde canlandırdığımız olmasını istediğimiz dünya olduğunu, hukuktan taviz verilen şehirde yaşanılan her olayın Filozoflar tarafından yönetilmesi gerektiğini savunur. Kralların filozoflardan seçilirse şayet o ülkenin adaletli yönetileceğini savunmaktadır. Bu idealar devletinin gerçekleşmediğini gören Platon, kendince en iyi diğer dünyası geçerek aile yapısına önem verir. Güçler ayrılığı ilkesine değinmeyen siyasetçi, site sistemine önem vermektedir. Demokrasinin getirdiği eşitliğe de karşı çıkarak, özel mülkiyetinin yersiz olduğunu sınıfsal çıkarları esas almıştır. Genel olarak devletin yani toplumların oluşması Platon’a göre bireylerin kendi kendilerine yetmemeleri ve varlıklarını devam ettirmek için başka insanlara ihtiyaç duymalarıdır. Oluşturulan devletin kötüye gitmesi durumunda ise oluşturulan bütün yasaların yok sayılabileceğini savunmuştur. Net ve kesin çizgilere sahip sınıfsal ayrımdan da bahseden düşünür, sınıfların doğuştan olduğuna inanır ve sınıflar arasındaki geçişlerin zor olduğunu da kendi siyasi düşüncesinde kabul eder ve savunur.1
Devletin niteliğini içerisinde insanları hiçbir çatışmaya sürmeyen siyasetin olmamasıyla kolaylaştırdığını savunan Aristoteles, devletin tek bir kişi tarafından değil de azınlık veya çoğunluklar tarafından yönetilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Devletlerin amaçlarını ise içinde ayrıldıkları tür ve şekilleri tam olarak benimsedikten sonra oluşabileceklerini, iyi devlet tanımının yapılabilmesi için ise devletin şekli belirlenirken oluşturulan hedefe göre tanımlanabileceğini düşünmüştür. Aristoteles de Bodin gibi aile kuramını savunmuş, devletin en küçük yapı taşının aile ve reisinin (kralının) ise baba olduğunu öne sürmüştür. Her devletin oluşumunda sınıfsal ayrılıkların var olduğunu fakat bu ayrılıklarda denge kurulmasını sağlamaya Platon ve Aristo öncü olmuşlardır. Kölelik sınıfları için ise insanların doğuştan ayrı olduğunu, kimi insanların yönetmek, kimilerinin için ise yönetilmek için var olduklarının benimsemiştir. Devlet içerisinde ise bu düzenin yasalar ile sağlanacağını, düzeni ancak yasaların sağlayacağını savunmuştur. Aristo’nun yasaya verdiği önemi “İnsan nasıl tam gelişme durumuna ulaştığı zaman hayvanların en iyisiyse, yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü olur.” “Yasa tek tek erdemlere göre yaşamayı buyurur, tek tek kötülükleri de yasaklar.” Sözü vurgulamaktadır. Devlet yönetiminde hukukun önemli bir yeri olduğunu ilk kez vurgulayan Aristo, devletin esas amacının halka huzuru lanse ettirmesi gerektiğini ifade etmiştir. Doğada bulunan her varlığı adalet ve hukukla sentezleyerek devletin sosyal birliği sağlayan bir aile olduğunu savunmuştur. Devletin iki unsurdan oluştuğunu, İlk unsurun İnsan, ikinci unsurun ise ülke olduğunu söylemiştir. Devlette bulunan insanların akıl ve erdem sahibi olmaları gerektiğini bu sayede sosyal ilişkiler kuracaklarını bu sayede sosyal devlet olunacağını anlatmaya çalışmıştır. Devlet yine devlettir görüşünü benimseyen Aristoteles kuvvetler ayrılığını da savunmuştur. İnsanların içinde bulundukları ortama uyum sağlamaları gerektiğini, toplumlarda süregelen değişikliğin sadece yöneticileri etkileyeceğini ortaya atmıştır. Sonuç olarak Aristo, somut kavramlarla adaletin dengeleyici olduğunu ve herkese eşit olarak dağıtılan oransallığın arkasında durmuştur.2
Roma İmparatorluğunun temel fikirlerinin öncüsü olarak kabul edilen Cicero, yayılmacılık politikasını benimsemiştir. Devlet modelinde Platondan da fikirler barındıran Cicero yasaların çiğnenebilir olduklarını kabul etmiştir. Devlet Ciceroya göre güçlü bir yapıya sahiptir bu yüzden site anlayışıyla yönetilirlerse imparatorluk olmaktan çıkarlar. İmparatorlukların güçlerini yıkıcı olmalarından aldıklarını düşünerek, devletin kötüye gitmesi durumunda sorunların yine yasalarla çözüleceğini savunmuş diktatörlük kavramının kökünü oluşturmuştur. Aynı zamanda bir devlet adamı da olan Cicero “Devlet Üzerine ve Yasalar Üzerine” adlı iki kitap yazmıştır. Kitaplarında Platon’a atıflarda bulunmayı ihmal etmez ve Platon’un yasalarını tam anlamıyla kabul etmemekle birlikte Platon’a göre daha somut bir devletten bahseder. Kitaplarında yazdığı karakterlere kendini anlatmayı da ihmal etmeyen Cicero, devletin başında bilge, cesur ve erdemli bir yurttaşın geçmesi fikrini benimsemektedir.3
Orta çağda daha çok tanrısal iktidara inanılırdı. Avrupa da güç kiliseye aitti. Kilise ne derse ona inanılır ve devlet ona bağlı kalırdı. Kilisenin varlığı feodal devletlerin oluşumunu yani feodalizmi tetiklemiştir. Feodal devletin oluşumu her devlet kilisenin varlığıyla beraber kendi hukuk düzenini oluşturmuştur. İktisadi açıdaki gelişme ise şu bağlamda gerçekleşmiştir. Kendi içinde bir döngü olan tarım yerini ticaret tarımına başka devletlerle yapılan ticari tarıma bırakmıştır. Bir zaman sonra 11. yüzyıl başlarında gevşek hiyerarşi ve kiliseye olan inancın azalmasıyla rönesans gibi yenilikçi reformlarla beraber bu devlet yapısı yok olacak ve yerini merkezi krallıklara bırakacaktır.
Orta çağın bu reformları, feodal düzenleri ve kilise inancı gibi pek çok yapıyı değerlendiren önemli filozofları vardır. Aziz Augustine, Farabi, İbn-i Rüşd, Thomas Aquinas, Dante, Padualı Marsilius gibi önemli filozofları barındıran bir çağdır Orta çağ. Aziz Augustine nin düşünceleri daha çok tanrısaldır. Bu düşünceler devletin tanrının isteklerine uygun olarak kurulup yönetilmesini vurgulamaktadır. Augustine göre biz cennetten kovulan faniler bu dünya da tanrıya uygun bir düzende yaşamaya önem vermek zorundayız. Augustine düşünceleri hatta belli bir dönem kilisenin dogmaları olarak ele alınmıştır. Farabi ve İbni-i Rüşd islam dünyasının önemli filozoflarındandır. Bu iki filozof devlet düzenin vahiler ve akıl yoluyla birleştirmeye çalışmış hatta antik çağın filozoflarını incelemiş ve eleştirilerde bulunmuşlardır. Thomas Aquinas ise Aristoteles ve kilisenin savunduğu Hristiyanlığa ait fikirleri birbirine harmanlayıp yeni bir bağımsız otorite adı altında yeni bir siyasi düşünce geliştirmiştir. Dante ve Marsilius modern siyasete katkıda bulunmuş iki filozoftur. Bu iki filozof da kilise otoritesine karşı çıkmışlardır.
Parçaları uyum halinde çalışan insan organizmasını devlete benzeten Fârâbî, bu parçaların uyum içerisinde çalışmalarını yanı sıra herkesin üstüne düşen görevi eksiksiz ve tam yapmasıyla oluşacağını savunmuştur. Doğal bir hiyerarşinin varlığına da değinen düşünür, herkesin eşit haklara sahip olmadığını savunur. Hiyerarşinin en üstüne hükümdarı oturtmaktadır. Farabi’nin ideal devleti hiyerarşi üçgeni içerisinde herkesin görevlerini yaptığı topluma hizmette bulunan devlettir. Bu hiyerarşi ve görevlerin getirdiği gerekler yoksa orada devlet bulunmamaktadır. Organların zorunlu olarak görevlerini yerine getirmesinin aksine devlette çalışan kişilerin irade ve seçme özgürlüklerinin olduğunu savunarak erdemsiz bir kenti de seçebileceklerini savunmuştur.4,5
Modern çağ reformlardan ve sanayi devriminden sonra başlayan bir çağdır. Polis devletlerin den sonra insanlar toplu halde yaşamını sürdürmeye ve bunu devam ettirmeyi gerçekçi nedenlerden dolayı gerek duymuşlardır. Modern çağda insanlar bir çatışma içinde yaşamaktadır ve bu çatışmayı en aza indirecek devlet şekilleri tartışılır. Modern çağda da birçok düşünür devlet yapısıyla ve siyasi yapıyla ilgili eleştirilerde bulunmuştur. Bu filozoflar Niccolo Machiavelli, Luther, Calvin, Kopernik, Bacon, Descartes, Newton, Thomes Hobbes, John Locke, J.J. Rousseau gibi filozoflardır. Machiavelli siyaset felsefesini gerçekçi temellere dayanarak inceleyen ilk filozof olarak ün almıştır. Luther ve Calvin "Bireycilik düşüncesi" dinsel temellere dayandırarak modern düşüncenin temellerini atmışlardır. Kopernik. Bacon, Deskartes ve Newton Bilimsel devrimleriyle Hristiyan kozmolojisini dönüştürmüşlerdir. Thomes Hobbes insanın sosyal alandaki davranışlarıyla ilgili temel ilkelerine dayandıran disipliniyle siyaset teorisini öne sürmektedir. John Locke toplum sözleşmesinden söz eder varsa doğa durumu vardır der, Locke doğanın eski hali zaten güzeldi barış vardı der fakat eksiklerinin olduğunu savunmaktadır. Cezalandırma durumunun tarafsız bir yerde olmasını mülkiyet hakkının daha iyi korunması gerektiğini savunmaktadır böyle bir devlet düzeninden bahsetmektedir. Rousseau ise Cumhuriyetçi bir teori kurmuştu. İnsanı teknolojinin kötü etkilediğini insanların eskiden doğada yaşayabilirken şimdi yaşayamadığından da bahsetmiştir.
Egemenliği kavram haline getirdiğine inanılan, 1530’lu yıllarda dünyaya gelmiş Jean Bodin modern devleti benimsemiştir. “Devletin Altı Kitabı” isimli eseriyle iktidarda yer alan dini ve siyasi kavgaların önüne geçmek adına hukukun genel ilkelerini (kurumsallaşmış iktidar) ortaya koymaya çalışmıştır. Bodin egemenliğin “mutlak”, “bölünemez”, “devredilemez” ve “sürekli” olduğunu savunmuş bütün bu kavramları devleti oluşturduğuna inandığı hiyerarşi tablosunda en üste “Tanrı’yı” koyarak tanımlamıştır. Diğer siyasetçilerden farklı olarak Bodin, devleti oluşturan en küçük birimin aile yani Pater Familias olduğunu savunmuştur. Aile babasını devletin merkezine oturtarak devlet olan ailenin kralının baba olduğunu ve adil olarak yaşamlarını idare ettiklerini varsaymış, bu yüzdende devlette en iyi iktidarın aileden geleceğini savunarak ailelerin birleşerek devleti oluşturduğunu benimsemiştir. Tam anlamıyla laikliği benimsemediğine inanılan Jean Bodin kişilerin veya eşkıyaların adaletinin değil devletin adaletinin olduğunu inanarak, devletin amacının sadece halk güvenliğini sağlamak olmadığının bunun yanı sıra halkı mutlu etmek gibi amaçlarının da olduğunu anlatmıştır. Bodin’in egemenlik anlayışına bir benzetme yapmış ve egemenliği bir gemiye benzetmiştir. Egemenlik bir geminin omurgasıdır, gemi nasıl omurgasız olmaz ise devlette egemenlik olmadan olamaz demiştir. Devletin temelinde egemenliğin varlığını savunmuş ve ilk kez devlet ve egemenliği yan yana kavram olarak kullanmıştır.6,7
Hükümdarın sahip olması gerektiği özellikleri anlatan Hükümdar ve Söylevler adlı eserleriyle siyaset dünyasının isimlerinden Machiavelli (1469-1527) devletten çok gücü elinde tutan kişiyi benimsemiştir. Bir yönetim şekli olan meşrutiyeti savunduğu iddia edilse de meşrutiyetten ziyada güçle ilgilenmiştir. Gücü elinde tutan kişinin devletten çok prens olduğunu ve tanrıyı siyasetten ayrı tutmayı savunmuştur. Sırtınızı yaslayacak bir kişi aradığınızda halka yaslanın çünkü prensi ayakta tutan halktır sözleriyle parçalanmış olan prenslikleri bir arada tutarak bir devlet oluşturmayı amaçlamıştır. Halka dayalı yönetim için yasaların yanında orduyu da ön plana atan Machiavelli Ulusal Ordu fikrinin ortaya atarak, ordunun halktan olması gerektiğini paralı ordu ve soylulardan oluşmaması gerektiğini savunmuştur. Siyasetten din fikrini çıkardığı için Niccola Machiacell laiklik yolunda ilk adımları attığı düşünülmektedir. Bodin’in aksine Machiavell egemenlikte süreklilik kavramını benimsememiş sadece mutlak ve bölünmez olduğunu ileri sürmüştür. Siyasette her yol mubahtır anlayışını benimseyen Machiavelli iktidara gelmek ve bunu sürdürebilmek için rakibini yok etmenin iyi bir şey olduğunu ve bunun iyi bir şey olabilmesi için ise kimse tarafından anlaşılmaması gerektiğini savunmuştur.8
Genel anlamada devlet nedir sorusunun yanıtını veren Modern devletin ilk resmini çizen (sosyal sözleşme) Hobbes siyasal iktidarın kilisede değerli kral olmasını isteyerek monarşi yanlısı olduğunu belirtmiştir. Barışçıl bir toplumun nasıl kurulacağını araştırmış, iyi ve kötünün devletten geldiğini, devletin belirlediğini iddia etmiştir. Devlet kurmanın ise insanların ölüm korkusu ve barış isteğinden kaynaklandığını dinin devlete tabi olması gerektiğini kilise başında bulunan kişinin dinsel hutbelerinin ve dinsel kitapların egemenlik tarafından yorumlanacağını kurguladığı devlette benimsetmiştir. “Yasayı Tanrı Yapmaz, yasayı insan yapar, bu insan kraldır, kral Tanrı’nın emirleriyle bile sınırlı değildir.” Diyen T.Hobbes modern ve laik devlet olma yolunda ilk kez resmi bir öneri sunmuştur. Güçlü İktidarı savunan Hobbes parlamento ile kral arasında kalınırsa çatışmaların çıkacağını bununda iç savaşlara neden olacağını savunmuştur. Bu yüzden bütün egemenlik haklarının kralda toplanması gerektiğini düşünmüştür. Thomas Hobbes’in dünyasındaki devlette din devlete tabi olmak zorundadır. Yasanın yasaklamadığı her şeyi yapmakta özgür olduğumuzu savunmuş, doğal durumlara karşı bir sözleşme ile yeni egemenlikler kurmayı amaçlamıştır. Bu sözleşmenin devleti oluşturacağını ve modernleştireceğini savunmuş, bu düşüncesi laik devleti oluşturacaktır. Sosyal Sözleşme ile Hobbes devleti korumayı amaçlamış, özgürlük için ise herkesin kendi hakkını savunabileceklerini ileri sürmüştür.9,10 Hobbes'e göre iyi yönetim biçimi can ve mal güvenliğinin sağlanmasıyla başlar. Bu yönetim biçimi egemenlere karşı bir yükümlülük sağlamaz.
Devlet ve politika hakkında kitaplar çıkaran 1632 yılında dünyaya geliş olan Locke, parlamento yanlısı bir hekimdir. Çeşitli devlet kurumlarının kurulmasına öncülük ederken diğer düşünürler gibi John Locke da doğal yaşamın yanı sıra sözleşmelerle kurulan devletin varlığına, bu şekilde kurulan devletlerin iktidarının kuvvetli olacağına inanmıştır. Devlet ve toplum düzenini sağlamak içinde iktidarda sözcülük yapmıştır. Herkes için eşit ve ortak noktalar bulmaya çalışarak devletin doğuşunun haklara ve deneysel ilkelere dayandığını belirtmiştir. İnsanların zihnini boş bir levhaya benzeten filozof yaşamda kazanılan deneyimlerle levanın dolacağına inanmıştır. Toplumlar için her zaman barış, mutluluk ve güven sağlamayı amaçlamıştır. Anayasal yönetim ve demokrasi Locke’nin her zaman önceliği olurken bu toplumların devletleri belirlediğini ve toplumlar sayesinde bir kimlik kazandığını bu yüzdende toplumlara büyük bir sorumluluk düştüğünü savunmuştur. Toplumların doğal yaşamını kabul etmekle birlikte yasalara uymalarının gerektiğini bunun için yaptırımlara dahi maruz kalabileceklerini kabul etmiştir. Siyasal gücün toplumlar üzerinde doğru ve eşit şekilde kullanılması için yaptığı ve öngördüğü deneyler olumlu yönde sonuç vermiş bu sayede insanların yargılama ve yasalara uymalarını sağlamıştır. Doğası gereği özgürce yaşamasını kabul ettiği toplumların gerekli yasalara uymasıyla devletin onları güvence altına alacağını, siyasal güçlerin ise ancak toplumun kendi haklarını bilip uygulayarak yaşamasıyla etkili olacağına inanmıştır. Bu bütün doğal yaşamın güçler ayrılığı ilkesine de dayandığını savunan John Locke yürütmeyi yasamaya, yargıyı ise yürütmeye bağlı olduğunu düşünmüştür. Yasamanın toplumda var olan kişilerin birbirlerine karşı yaptıkları davranışların cezai yaptırımlarını, yürütmenin ise bu koyulan kurallar çerçevesinde düzenleme ve sınırlamalar yattığını düşünmüştür. Güçler ayrılığını savunan John Locke yasamayı yürütmeden üstün tutmuş ikisi arasındaki ayrımı ise yürütmenin sürekli aktif güç olarak öngörmesiyle kabul etmiştir. Özgürlüğü sağlayamayan devlet meşruluğunu yitirmiştir diyerek özgürlüğü politika felsefesi haline getirmiştir. Özgürlüğe bu kadar önem veren düşünür, tekrar monarşiye dönülmemesi için attığı adımların ve deneylerin çok sağlam olmasına dikkat etmiştir. Çağın getirileri monarşiyi yok etmemiş mutasyona uğramasına neden olarak meşruti monarşiyi ortaya çıkarmıştır. Meşru monarşide hükümdarın yetkilerini halkoyu ve anayasayla sınırlanması özelliğini getirmiştir. İktidarın halkın huzur ve güvenini sağlaması gerektiğini eğer iktidar bunu sağlayamazsa halkın ayaklanma ve hakkını arama özgürlüğünün varlığını savunmuştur. Mülkiyet hakkını topluma sağlayan Locke bulunduğu dönemde hakim olan burjuvazinin bile mülkiyet hakkına engel olmasına karşı çıkmış, bütün mülkiyet haklarının soylularda olmasının önüne geçmek için çalışmalar yapmıştır. 18. Yüzyılda ise burjuvazinin gelişmesiyle birlikte iktidarda el değiştirmeler olmuş, ekonomik güce sahip olmak isteyen burjuvazi sınıfı iktidara gelmiştir. Bunun beraberinden siyasal ve ekonomik gelişmeler olmuş Amerikan ve Fransız devrimlerini beraberinde getirmiştir.
Locke'ye göre iyi yönetim biçimi herkesin boyun eğeceği ve herkese eşit yasalar ile başlar. Yargıçların kesinlikle tarafsız olması gerekir. Yasama ve yürütme erkleri halktır. Yasalar çiğnendiği takdirde halkın direnme ve verdiği gücü geri alma yetkisi olmalıdır. Bu konuyu özetleyecek olursak ölçütler yönetime ve çıkarlara bağlı olmakla birlikte iyi ve kötü yönetim iyinin kötüye yönelmesi yani dönüşmesine bağlanmaktadır.
1700’lü yıllarda parlamento başkanlığına da seçilen Montesquieu, “Yasaların Ruhu” kitabıyla anayasa, inanışlar gibi yönetimle ilgili bağları bulunan kavramları ele almıştır. Eserinde gözlem ve deney metodunu kullanarak olan iktidarı övmek veya yermek yerine süre gelen düzenin nasıl daha iyi hale getirilebileceğini olaylar arasında bağlantı kurarak değerlendirmiştir. Olaylar arasında bağlantı kurmaya çalışan filozof, her yasanın geçerli olduğu dönemleri göz önüne alarak tabiatta bulunan her şey için yasaların var olacağını savunmuştur. İnsanları doğuştan akıl sahibi olduklarını fakat bilgisiz ve hırslarına yenik düştüklerini düşünen filozof, maddi dünyanın süre gelen yönetim biçimi gibi devletin de halkını bu şekilde yönetmesi gerektiğini savunmuştur. İnsanların özgür varlıklar oldukları için kendi iradeleriyle oluşturacakları kurallara uyacaklarını düşünmüştür. Özgür olmak ve bilgiye aç olan insan halkının toplumda en üst seviyede yer almak istediğini bunun için ise iktidar savaşlarının çıktığını bununla beraberde yasaların oluştuğunu savunmuştur. Yasaların ondaki dönemde var olan fiziki, doğ ve dini inanışlara göre şekillendiğini ancak hangi dönem ve şart olursa olsun köleliğin insanların özgürlüğünü ve hayatını kısıtladığını düşünerek köleciliği kaldırmış, devlet içindeki iktidarı, iktidarla sınırlayarak oluşan kuvvetleri birbirlerinden ayırarak siyasal özgürlüğü benimsemiştir. Bu şekilde kuvvetler ayrılığını ilk ve en ayrıntılı olarak ele alan filozof olmuştur. Dengenin kuvvetler ayrılığı ile sağlanacağını, özgürlüğün ise isteyenin her istediğini yapmasının değil yasaların öngördüğü şeyleri yapmanın doğru olacağını savunmuştur. Montesquieu hükûmetin yönetiminde hükümdarın başarılı olduğu işleri tek başına yapmasının yanında başarısız olduğu işleri yürütürken vekillerinden yardım alması gerektiğini savunmuştur. Halkın seçimle iş başına getirdiği yöneticilerin aslında işlerinde başarılı yöneticiler olduğunun fakat yönetimde aksaklıklar ve sorunlar çıktığının bunun nedenin ise halkın her istediklerinin bir an önce yapılmasını istemesinden kaynaklandığını düşünmüştür. Toplumların ihtiyaçlarına göre şekillenen iktidarda farklı yönetim biçimleri oluşabileceği için düşünüre göre herhangi ideal bir yönetim biçimi bulunmamaktadır. Yönetim biçiminin temeline dayanan düşüncenin Erdem ilkesi olduğunu benimsemiş, bu kavramın kelime anlamının ise siyasi açıdan yasaya bağlı, topluma saygılı olmak olduğunu kabul etmiştir. Montesquieu bu dönemin mukayeseli hukukunun öncüsü, sosyoloji kurucusu ve siyasetçisi olarak kabul edilmiştir.
Eşitlik ve milli egemenlik kavramlarının temelini atan 18. Yüzyılın siyasi düşünürlerinden olan Rousseau, halk egemenliği ve doğrudan demokrasi anlayışını savunmaktadır. Devletin ortaya çıkmasını sağlayan şey ona göre 1762’de yayınladığı “Toplum Sözleşmesi” eseridir. Eserinde milli egemenlik kavramının sözde demokrasiye yol açtığını düşünerek onun yerine halk egemenliği kelimesini kullanmayı seçer. Eşitlik olmadan elde edilen özgürlüğü reddeden filozof, devlet hayatında en önemli kavramın eşitlik olduğunu savunur. Hobbes, Locke gibi filozofların da düşüncesi olan devletin kurulmasında etkili olan şeyin doğal yaşam döngüsü olduğunu savunur. Rousseau diğer filozoflardan ayıran doğal yaşam dönemi iki aşamadan oluşur, bunlar;
Devlet düzenini sağlayan yasaların kim tarafından hazırlandığını önemsemezken, yasaların içerisinde mutlaka bulunması gereken üç madde olduğunu savunur. Adalet, Özgürlük ve Genellik İlkesi. Genellik ilkesi Rousseau’ya göre çoğunluk ve azınlığın görüşlerinin toplamından oluşmaktadır. Herhangi bir yönetim şekline de inanmayan siyasetçi geçmişten gelen ve yeni oluşan bütün yönetim şekillerinin gelecek çağa ayak uyduramayarak bozulabileceklerini bu yüzden düzenli bir meclisin bulunması gerektiğini ve sürekli olarak toplantılarla yeni yönetim için kurallar koymaları gerektiğini savunmuştur. Bütün bunların olmaması halinde olağanüstü yolun varlığına gidilerek krala karşı çıkmanın olağan olduğunu savunarak krala karşı yeni kral çıkarma fikrinde bulunmuştur.
İnsanların toplum olma isteğinden doğan özelliklerinden gelen kavramın devlet olduğunu savunan Francisco Suárez, halkın güvenliğini koruduğu sürece en iyi yönetim biçiminin monarşi olduğunu kabul etmiştir. Hükümdarın iktidarının kral ve halk arasındaki sözleşmeye dayanmaktadır Suarez’e göre. Sözleşmenin son bulmasındaki tek kural hükümdarın halkına karşı zulme başvurmasıdır. Sözleşme üzerinde yer alan düşüncelerin din tanrısı/din adamı tarafından yargılanma hakkı vardır. Suarez bu sözleşmeyi birçok filoz gibi din düşüncelerini desteklemek için kullanmış, iyi yaşama uygun olmayan bütün davranışları din adamları tarafından halkı uyarması içinde kullanılabileceğini savunmuştur. Devletler hukukunun en geniş anlamda doğal düşünce ve yaşamdan oluştuğunu düşünen filozof, devletler hukuku kavramını yazdığı “Yasa Koyucu Tanrı’nın Yasalarının İncelenmesi” adlı kitabıyla geliştirmiştir. Hukukun özünün yükümlülüklerden doğduğunu savunmakla birlikte hukuku dört kategoriye ayırır, bunlar:
Beşeri Hukuk: Adil ve kararlı kurallardan oluşurken, gücü ve yaptırımı yasa koyucu tarafından belirlenir. İlahi ve doğal hukukun genel ilkelerine sahiptir. Bu kavramların her birinin ise istek edimleri olduğunu ileri sürer. Devletler Hukuku ile Doğal Hukuk arasında ayrımlar yaparak, ahlak ve siyasal birliğe dayalı egemen devletlerin varlığının gerekli olduğunu savunmuştur. “Katolik İnancın Savunması” adlı kitabıyla süre gelen bir inanış olan Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcilerinin kral olarak görülmesi inancını yıkmıştır. Suarez, skolastik felsefenin son büyük temsilcisi olarak kabul edilmiştir ve ölümüyle birlikte felsefi canlılıkta sona ermiştir.
Bu modern çağdaki reformlara ve yeniliklere tepkilerini koyan düşünürlerdir. Bu filozoflar bazılar Immanuel Kant ve Edmund Burke'dir. Bu filozoflar akıl yürütmeyle ve deneysel yollarla toplumun reforme edilmeyeceğine inanan filozoflardandır.
Bu dönemin etkilerini ilk olarak edebi eserlerde ve sanat eserlerinde rastalanmıştır. Daha sonra felsefeyi ve sosyolojiyi etkilemiştir. Post modern düşüncenin öncü filozofları ise Freud ve Friedrich Nietzsche dir. Ona göre dünya biricik bir kaos ortamıdır ve düzenler insanların yansımalarıdır. İnsanın yapması gereken dünyanın bu tarihselliğini kabul edip kendi ahlakını oluşturmalıdır. Freud ise insanın bilinçaltındaki dürtülerle hareket ettiğini savunmaktadır. Bu yüzden modern medeniyetin insanın istekleriyle sürekli çatıştığını ifade eder ve bu çatışma ileride kapitalist sistemi de bitirecektir bundan bahseder fakat Freud bunun için bir çözüm yolu da sunmamıştır.
Orijinal kaynak: siyaset felsefesi. Creative Commons Atıf-BenzerPaylaşım Lisansı ile paylaşılmıştır.
Ne Demek sitesindeki bilgiler kullanıcılar vasıtasıyla veya otomatik oluşturulmuştur. Buradaki bilgilerin doğru olduğu garanti edilmez. Düzeltilmesi gereken bilgi olduğunu düşünüyorsanız bizimle iletişime geçiniz. Her türlü görüş, destek ve önerileriniz için iletisim@nedemek.page